Değerli Basın Emekçileri,
Kamuoyunda İstanbul Sözleşmesi kısa adıyla bilinen “Kadına Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye Dair Avrupa Konseyi Sözleşmesi” birtakım çevrelerin kaldırılması gerektiği yönündeki söylemleriyle son günlerde ülkemizin gündemini gereksiz bir biçimde meşgul etmektedir. Sözleşmenin imzalanmasından günümüze kadar geçen tarihsel süreç dikkatli bir biçimde irdelendiğinde bu tartışmaların gereksizliği daha iyi anlaşılmaktadır.
İmzacı devletlerden toplumsal cinsiyet eşitliği ekseninde kapsayıcı kimlikli politikalar üretip uygulaması, bunu sağlamak adına daha fazla ekonomik kaynak tesis edilmesi, kadına yönelik şiddetin boyutu hakkında istatistik verilerinin toplanması ve kamuoyu ile paylaşılması, şiddeti önleyecek toplumsal zihniyet değişikliğinin yaratılması sorumluluğunu yükleyen 66 maddelik sözleşme İstanbul’da gerçekleşen Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi’nin 121. toplantısında kabul edilmiştir. 11 Mayıs 2011’de İstanbul’da imzaya açılmış olması nedeniyle kısaca “İstanbul Sözleşmesi” olarak bilinmektedir ve 1 Ağustos 2014 tarihinde yürürlüğe girmiştir. Türkiye 11 Mayıs 2011’de Sözleşmeyi ilk imzalayan ve 24 Kasım 2011’de parlamentosunda onaylayan ilk ülke oldu. Onay belgesi 14 Mart 2012 tarihinde Avrupa Konseyi Genel Sekreterliğine iletildi. Temmuz 2020 itibariyle 45 ülke ve Avrupa Birliği tarafından imzalanmış, imzacı ülkelerin 34’ünde onaylanmıştır.
İstanbul Sözleşmesi 24 Kasım 2011’de TBMM’nde 247 vekilden 246’sının kabul oyu, 1 vekilin çekimser oy vermesi ile onaylanmıştır. Türkiye sözleşmeyi parlamentosundan geçiren ilk ülke olmuştur. Dışişleri Bakanlığı tarafından yapılan açıklamada, Avrupa Konseyi Dönem Başkanlığının Türkiye’de olduğu sırada imzalanan Sözleşmede “Kadına karşı şiddet alanında ilk uluslararası belge olan söz konusu sözleşmenin müzakere sürecinde ülkemiz tarafından öncü rol oynanmıştır.” ifadesine yer verilmiştir. Recep Tayyip Erdoğan tarafından TBMM’ye yollanan tasarının gerekçesinde de Sözleşmenin hazırlanması ve sonuçlandırılmasında Türkiye’nin “öncü rol” oynadığına dikkat çekilmiştir. Sözleşmeye “taraf olunmasının ülkemize ilave bir yük getirmeyeceği ve ülkemizin gelişen uluslararası saygınlığına olumlu katkıda bulunacağı değerlendirilen” gerekçede, Sözleşmenin yükümlülükleri de sıralanmıştır. 2015’te Turuncu adlı dergide Dünya Kadınlar Günü dolayısıyla bir baş makale yazan Erdoğan, Türkiye’nin sözleşmeye “çekincesiz” imza koyduğunu, birçok ülkede “ekonomik kriz” nedeniyle çıkmayan uyum yasalarının Türkiye’de 6284 sayılı koruma kanunu ile çıkarıldığını belirtti. Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Fatma Şahin ise Sözleşmeye taraf olunması hakkında “önemli bir iradedir, gereğini yapmak da hepimizin görevidir” açıklamasında bulundu. Bakanlığın yeni gelişme ve ihtiyaçlar karşısında 2012-2015 arasını kapsayacak Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele Ulusal Eylem Planı’nda da (2012-2015) “Sözleşmenin ışığında” ifadesiyle eylem planının hazırlandığını ifade etti.
Böylesine övgü dolu sözlerle kamuoyuyla paylaşılan İstanbul Sözleşmesi, Şubat ayı başında “Bazı küçük uç grupların” baskısıyla ülke gündemine oturdu. Herhalde, 2011 yılında imzalanan sözleşmenin bu kadar tehlikeli olduğunu anlayabilmek için aradan koskoca 9 yılın geçmesi gerekiyordu!
“Kadınlara Yönelik Şiddet ve Ev İçi Şiddete Karşı Eylem Uzmanlar Grubu” (GREVIO) tarafından 3 Temmuz 2017’de yayınlanan Türkiye’ye ilişkin rapora göre;
- Kadınları şiddetten korumada alınan tedbirlerin ilerlediği belirtilirken cezasızlık hâlinin sürekli hâle gelmiş olmasına vurgu yapıldı ve kadına yönelik şiddetle mücadelede, önleme, koruma, kovuşturma ve bütüncül politikaların ortaya konulmasında daha yoğun bir çabanın gerektiği ifade edildi.
- Raporda mağdurların mağduriyetlerini yetkili makamlara bildirmede çekince yaşadıkları, damgalanma ve şiddetin yinelenmesinden korktukları, geri bildirime teşvik ve etkin mücadelede belirgin bir ilerlemenin olmadığına dikkat çekildi.
- Şiddet olaylarının yetkili makamlara bildirimlerinde oranın azlığında mağdurların ekonomik bağımsızlığının olmayışı, hukuksal metinlerde okuryazarlığın azlığı, yargılama ve kovuşturma makamlarına olan güvensizliğin etkisine dikkat çekildi. Özellikle tecavüz ve cinsel şiddet vakalarının “mağdurlar tarafından neredeyse hiçbir zaman bildirilmediğine” dikkat çekildi.
Ülkemizde 2020 yılı şubat ayında 22, Mart ayında 29, Nisan ayında 20, Mayıs ayında 21, Haziran ayında 27, Temmuz ayında 36 kadın yaşamdan koparıldı. İçinde yaşadığımız süreçte kadın ve çocuklara yönelik artan psikolojik, ekonomik, cinsel, fiziksel saldırılar bize söz konusu yasal düzenlemelerin ne kadar gerekli hatta hayati olduğunu ispatladığı gibi artan vakıalar işbu tehdidin ortadan kaldırılması için yapılması gereken daha pek çok düzenleme olduğunu da göstermektedir. Toplumda kadın ve erkek cinsine atfedilen anlamların insan hakları eşitliği bağlamında değerlendirilerek, kadın erkek eşitliğinin toplumun her kesimine yayılması ve böylece bir cinsin diğer cins üzerinde baskı kurma, hakimiyet tesis etme, kendinde diğer cins üzerinde hak iddia etme temelli kişisel saldırıların önüne geçilmesi için atılması gereken çok adımımız olduğu da açıktır. Bugün tartışılması gereken konu sözleşmeden çekilmek değil hiçbir kadının sözde namus da dahil olmak üzere herhangi bir gerekçeyle şiddet görmesinin ve yaşamını yitirmesinin önlenmesine yönelik tedbirlerin artırılmasıdır. Zaten sözleşme, imzalayan taraflara şiddet eylemlerinin önlenmesi, soruşturulması, cezalandırılması ve bu eylemler nedeniyle tazminat verilmesi konusunda azami dikkat ve özenin sarf edilmesi için gerekli yasal ve diğer tedbirleri almak sorumluluğunu yüklemektedir.
Bu sözleşmeden vazgeçmek demek kadınların, çocukların artan şiddet sarmalı içerisinde seslerinin daha çok kesilmesidir. Yetkililerden ve ilgili kurum ve kuruluşlardan; İstanbul Sözleşmesinden imzanın çekilmesi söylemlerinden vazgeçmelerini, artan kadına yönelik şiddetin önlenmesi için etkin ve kararlı
politikalar oluşturmalarını, kadın hakları mücadelesinde önemli işlevleri olan sivil toplum örgütleri, meslek odaları ile birlikte koordineli çalışmalarını beklediğimizi belirtiyor, kadınların kazanılmış yasal haklarını tehdit eden söylem, davranış ve değişikliklere imkan sağlamamalarını talep ediyoruz.
Bizler BAOB’a bağlı akademik odalar olarak Cumhuriyetimizin temel değerlerine bağlılığımızı burada bir kez daha ifade ederken kadının toplum içindeki yerini geriye götürecek olan İstanbul Sözleşmesi’nden ayrılma fikrinden bir an önce vazgeçilmesi ve ülkemizin gerçek gündemi olan Koronavirüs salgını ve buna bağlı ekonomik krize odaklanılması gerektiğini belirtir, bireye cinsiyet, ırk, renk, dil, din, siyasi veya başka tür görüş, ulusal veya sosyal köken, bir ulusal azınlıkla bağlantılı olma, sağlık durumu, medeni hal vb. gibi özelliklere göre ayrımcı gözle değil insan olarak bakılmasını ve her konuda eşit davranılmasını doğru bulduğumuzu kamuoyunun takdirlerine sunarız.
İSTANBUL SÖZLEŞMESİ YAŞATIR..
Prof. Dr. Erkan YASLIOĞLU
BAOB Dönem Sözcüsü